Bütün Mümkünlerin İhtimali
Kendinden olmayan bir geçmişi düşlemekle başlıyor her şey. Bunu yaparken, ne hayal edilirse yaşanmış oluyor sanki. Gerçeklik ihtimali öylesine fazla geliyor ki, bir şeyin yerini bile değiştirmek gelmiyor insanın içinden. Toprağını bildiğin bir yerde, mayasının neyle harmanlandığına bir türlü vakıf olamadığın birini düşlemek, hem güzelliği hem de acıyı beraberinde getiriyor. Nerede ve ne zaman neler olmuşsa, orada kalmış olmasını dilemekten başka bir şey gelmese de elden, görmenin yarasını da sarmak istiyor insan bir yandan. Orada, o bilinmezliğin kıyısına oturmuş izlerken geçmişi, her şey bir uykunun koynunda büyür gibi gelişir. Belki de en ince duyguların, en karanlık yanlarına denk düşeriz bu uykuda. Fakat mühim değil, o karanlık lazım her daim. Geçmişte anlam aramak, ona anlam yüklemek değildir bu. Uçsuz bucaksız birine, sonsuzca bakabilmenin derin arzusu denirse daha kolay anlatılır belki. İnsan, sadece kendini yaşamamalı. Bir çift gözün içinde gördüğü yaşanmışlığın da peşine düşmeli. O kusursuz yapının içinde bazen tanıdık bir sokakta yan yana yürüdüğünü, bazen tek başına çaresiz kalışını, bazen hüznünü, bazen sevincini görmeli. Birlikte bir geleceği inşa ettiğini hayal ettiğin birinin, sensiz geçmişine kendini yerleştirmek gibi görünse de, aslında bilinmeyen içindeki bilineni aramaktan doğan bir ihtiyaçtır bu. Dilimizin ucunda durup, sesimize gelmeyen her şeyi bunun içinde düşünürüz. Bir şeyleri hayal etmek, o hayalde yeni bir dünya bulmaktır çünkü. Gözlerimizi kapattığımızda aklımızın kıvrımlarında gezen her düşünce ve her hayal aslında bir yaşanmışlığın kalıntısıdır. Zira bilinmeyen bir geçmiş, görülmüş bir şimdinin yansımasıyla hayal edilir. Zamanın dışına çıkarmaya çalıştığımız her şey yok olup gidiyor. Bu yüzden zamansızlığı istemektense, zamanı bölmeyi becerebildiğinde her şey daha yerli yerinde oluyor. Elindeki bütün dilimleri bir anla doldurmak için çaba sarf etmek, an'ı anlamlı kılıyor. “Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir" diyor şair. Ben bunu, sadece ayaklarımızın dibine bakarak yürümeye benzetiyorum. Oysa yaşam beraberimizde yaşattıklarımızla gerçek. Hiçbir şeysiz ve hiç kimsesiz yaşamak bizi gerçekliğin dışına itiyor. Bu yüzden daima o bir çift gözü aramalıyız belki de. Hep ona bakmak, onu görebilmek için yollar bulmalıyız. Hayat amansız bir koşturmacayken, ve bu tempo içinde sık soluklarla yaşamaya gayret gösterirken uzatılan bir elle çıkıyoruz kuyudan. Aslında her şey, ördüğümüz duvarlardan aşarak bize ulaşmak istiyor. Kapı açmak bize kalıyor, kapıdan geçmek yaşam emarelerine. Hiç kimseden bir şey kanıtlamasını istemeden, yeni bir başlangıçla doğma arzusu bizi biraz eksik, biraz endişeli kılıyor. İşte bu yüzden hayatımızı hep arayış içinde geçirmemiz gerekiyor. Eğer doğru kişilere ve yerlere yönelebiliyorsak, aradığımız ne varsa karşımıza çıkıyor. Bize kalan tek şeyse, bulduklarımızla kendimizi harman etmek oluyor. Tek doğup tek ölüyoruz. Fakat arada kalan sürede yaşamımızı çoğaltmasak, burada olmanın ne anlamı kalır ki? O geçmişi düşlemesek, o gözlere bakmaktan kaçınsak, uzatılan eli geri çevirsek… Orwell’ın dediği gibi yani, her şey bir sis bulutunun içinde yok olup gitse, daha az yaşamış olmaz mıyız?
